Komünizmden daha yeni çıkan ülkenin aşağı yukarı her binası gibi Mamaia’da kaldığımız otel de eski ve çok bakımsızdı. Kaldığımız odanın oldukça dar olmasına karşın, geniş sayılabilecek penceresinin ancak yarısını örtebilen yer yer lekeli pis bir beze dönüşmüş perdesi sabah güneşini engelleyemese de gece geç yattığımız için sabah erken kalkamamış, ancak yine de son anda bile olsa, kahvaltıya zar zor yetişmeyi başarmıştık.
Mamaia’da çay kavramı hiç olmadığı için ithal kahve eşliğinde hızla bir kaç lokma atıştırıp valizleri hazırlamak üzere tekrar odaya çıktık. Banyo, tuvalet filan derken her şey tamamlanınca o daracık ve bakımsızlıktan gacur gucur diyerek feryad eden asansöre büyük bir cesaretle tıkışarak indik aşağıya.
Kız arkadaşım; “birer kahve daha içelim” diye tutturunca haydi, yeniden restoran bölümüne geçtik. O zamanlar komünizm döneminden kalma zihniyet henüz değişmediği için çalışanlar servis yapmaya hiç hevesli değillerdi. Hele ki kahvaltı saati az önce bitmişken..
Bekle Allah bekle, garson gelmez. El edersin, seslenirsin filan ama faydasız. Garsonlar sanki aramızda küslük varmışçasına göz göze gelmekten özenle kaçınmaktaydılar. Arkadaşıma; “Sen garsonu bekle, bir mucize olur da gelirse kahve siparişlerini ver, bende bavulları arabaya götüreyim, yolumuz uzun” dedim. Bu durumdan hiç hoşlanmadı ama hemen valizleri kapıp yürümeye başladığım için klasik kaprisini yapmaya fırsat bulamadı.
Restoranı lobiye ve ana girişe bağlayan kapıdan geçince sol tarafta bir diğer eski asansör ve onun yanında olan çirkin bir kolon çıkıntısının yanıbaşında komünizm döneminden miras kaldıkları hemen belli olan asık suratlı iki şişko kadın görevlinin olduğu resepsiyon bulunmaktaydı.
Bu asansörün kapısının da yine gıcırdayarak kapandığını fark ettiğimi hatırlıyorum.
Ancak bir gariplik vardı;
Asansör, kapısı tam kapanmamasına rağmen yukarı doğru çıkıyordu. Kapının önünde duran genç kız henüz asansöre binememişti ama birdenbire kendisini gerisin geriye atarak avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Kız kendisini geriye doğru attı ama yere düşmedi, düşemedi, çünkü sol ayağı, kapısı iyi kapanmamış eski model Rus asansörüne sıkışmış, kızı da beraberine alıp ağır ağır ama tepe taklak şekilde yukarı doğru çekiyordu.
Buna karşın asansör yukarıya doğru yükseldikçe dış kapı kapanamadığı için aşağıda açılan boşluk yukarı doğru genişliyordu. Çığlıklar arasında debelenen kız, ayağını kurtardığı anda elimdeki valizi ve çantaları fırlatıp Süperman filminden fırlamışçasına uçarak onu havada yakaladım. Asansörün yukarı gitmesiyle altında açılan boşluktan kafa üstü aşağıya gitmesine ramak kala alt alta üst üste yere yapıştık.
Resepsiyondaki şişko karıların bağırışmalarını duyunca ancak kendime geldim. Kız altımda, ben üstte, karanlık ve dar asansör boşluğu uçurumunun kenarında kalakalmıştık. Ağır çekim bir film içindeydik sanki. Kızcağız kenara çekilmemle birlikte ağlaya ağlaya kaçtı gitti. O gidince sağ elimin üst tarafının yerde sürtünmekten parçalanıp kanadığını fark ettim. Asık yüzlü resepsiyon görevlileri olayın heyecanı ile hala çığlıklar atıyorlardı. Yanlarına giderek Tarzanca pamuk, kolonya filan istedim. Kolonyayı değil ama ne istediğimi hemen anlayıp ‘tentura de iyot’lu pamuk ve nasıl olduysa artık, pis olmayan bir sargı bezi buldular ilk yardım çantalarından. Asık suratları artık kalmamış, açıkça belli olan bir saygı ile elimin pansumanını oracıkta yapıvermişlerdi.
Bunca gürültüyü duyan kız arkadaşım da koşarak geldi. Aralarında o günlerde bana ‘çan pan pan’ gibi gelen dillerinde konuştuktan sonra durumu anlamış olsa gerek ki yanıma geldi ve bana; “eroulmeu / kahramanım” dedi..
Başka hiç kimse bilmese de kahraman olmuştum…



