Deprem

Patronum Adem ağbi, kısa boylu, esmer, erken bıraktığı göbeğini taşımaya zorlanırmış gibi yürüyen, biraz da sert mizaçlı sıradan bozkır insanlarından birisiydi. Belki de herkese değil de, sadece biz çalışanlarına karşı böyle sert davranıyordu. Çünkü mağazasına gelen müşterilerine o sert davranışlarından eser göremezdiniz. Hatta bu durum öylesine farklıydı ki onların yanında bize bile dostça davranır; “hadi sevgili kardeşim, ağbimizin satın aldığı şu buzdolabını hemen evine ulaştırıverelim. Yengemiz bekliyormuş” der, dostça sırtımıza vururdu. Ama biz kamyonetin şoförü Ali ile teslimatı yapıp döner dönmez; “nerdesiniz ulan tembel herifler? Bedava maaş almak yok. Hemen fabrikadan gelen şu büyük kamyonu boşaltın” diye yağar, gürlerdi. İşçilerini akşam geç vakitlere kadar çalıştırır, buna karşın bölük pörçük verdiği haftalıklarımızı toplasanız asgari ücret etmezdi. Zaten SSK primlerimizi yatırmasın diye sigortalamamıştı bizi. Durum böyle olunca da bütün ev halkı hastalanmaya korkar haldeydik. Doktor, ilaç, belki röntgen…

Zor iş, çok zor iş!

O günlerde “iş bulduk, evimize az da olsa para girecek” diye sevincimden kıdem tazminatı hakkımın olup olmadığına hiç aldırmamıştım. 

Çalışıp gidiyorduk işte…

    Adem ağbinin Mercedes’ini her zaman tam da kapısına park ettiği iyi iş yapan beyaz eşya mağazası, şehrin merkezinde, mülkü de kendisine ait olan sekiz katlı bir binanın zemininin tamamına kurulmuştu. Oldukça büyüktü ve her zaman iyi aydınlatılırdı. Ne zaman gitseniz tıklım tıklım beyaz ve kahverengi eşyalarla doluydu.

    Dediğim gibi, üzerindeki sekiz katlı apartman da bizim patrona aitti. Binanın en üst katındaki dairelerin arasındaki duvarları yıktırıp tamamını birleştirerek oluşturduğu evi çok genişti. Panoramik manzaralı saray yavrusu gibi olan bu evde karısı ve üç çocuğu ile birlikte oturur, padişah olmasa bile, paşa hayatı yaşarlardı ailece. 

    Çoluk çocuğu ile birlikte oturduğu binanın tamamı kendisinin, zemin katta iyi yürüyen işi de, kapıdaki lüks araba da onun. Bir de bizlere iyi davransaydı ne çok dua ederdik ona. Sigortaya kaydettirmese de olur, yeter ki evdeki tencere kaynasın, kalorifer yoksa da bari belediyenin dağıttığı bedava kömür ile yanan sobamız yansın ki çocuklar üşümesin…

Razıydık.

    Bir Kasım ayının ortalarına gelmiştik. Artık kaloriferler ve sobalar yanmaya başlamış, tipik kara ikliminin sert soğuğu, özellikle de sabahları ve akşamları işe yürüyerek gidip gelirken insanın kemiklerini sızlatıyordu. 

    Adem ağbi o gün akşam üstü hava kararmadan paydos etti. Çıkmadan önce de; “bu gece hayli soğuk olacak. Belki de kar yağar. İnsanlar elektrikli ısıtıcı almaya gelebilir. Ben gidiyorum diye sakın kaytarıp dükkanı erken kapatmayın” diye talimat verdi. Paydos saatine dek gelen müşteri olmayınca. diğer arkadaşları gönderdim. Yaklaşık yarım saat kadar sonra alarmı çalıştırıp kepenkleri kapatarak bende paydos ettim. Artık iyice eskimiş ince montum gece ayazını engellemediği için yıllardır yaptığım gibi koşarak ulaştım iki göz odalı gecekondumuza. Etraf karanlıktı ama bacanın tüttüğünü görmek içimi bir hoş etti açıkçası. Tam kapıya ulaşmak üzereydim ki başım döndü birden. Fenalaştım sanki. Yahut ben öyle sandım.

    Önce bastığım çamurlu toprak yol, sonra karşımda duran küçücük evim bir sağa bir sola gitti geldi. Sallantıdan ayakta duramayıp yere kapaklandığımı hatırlıyorum. ‘Tansiyonum mu düştü acaba?’ diye geçirdim aklımdan. Fakat hayır, düştüğüm yerde sarsıntı devam ediyordu. “Deprem oluyor” diye aklıma üşüştü meşum fikir..

“Yok canım, bizde olmaz” diye jet hızıyla kovdum bu düşünceyi kafamdan.

Ben kovdum ama o gitmedi. Sahiden de zerzeleydi bu. Hem de sıkı sallıyordu. Aptalca bir sükunetle; “bu da nereden çıktı” derken evimin kapısı açıldı, karım ufak oğlanı kapmış bir o yana bir bu yana savrula doğrula dışarı fırladı. Hatta ‘fırladı’ değil de, içeriden dışarıya doğru fışkırdı gibi geldi bana. Öylesine güçlü bir korku ve öylesine bir anne iç güdüsü ile yanıma gelirken beni gördü ve “kızı kurtar, kızı kurtar” diye bağırdı. Öyle ya, kucağında sadece oğlumuz vardı. “Kız peki? Kızım nerede? Ah, içeride kaldı.”

    Bu düşünce birdenbire kendime getirdi beni. Bu kez ben fırladım eve doğru. Her yer bir aşağı bir yukarı sallanmaya devam ediyor, koşmamı engelliyordu. Yine düştüm. Kalkmaya çalışırken aklıma az önce gördüğüm tüten baca geliverdi. Onun tütebilmesi için sobamız yanıyor olmalıydı. Fakat bir soba, yansa da yanmasa da bu salınımda sağlam kalamazdı ki. Ben bile ayakta duramayıp düşüyordum, nerede kaldı eski sobamız sağlam kalacak? Aman Allahım, kızımın üzerine devrilmiş miydi acaba? Bu korkuyla içeri dalarken çatının çöküp de ikimizi de yamyassı edeceği düşüncesini ışık hızıyla kovdum kafamdan.

    Köşedeydi. Korkudan büzülmüş, kendisine doğru gidip gelerek adeta evin içinde dans eden sobayı gözlüyordu. Atılıp kucakladım ve dışarı çıkmak için döndüm ama oracıkta kalıverdim. Ani değişimlerin peş peşe geldiği durumlarda şaşkınlıkların derecesi de çok hızlı artıyor ve aynı süratle de azalıyordu.

    Durmuştu. Sanki saatler sürmüş gibiydi ama o korkunç deprem başladığı gibi aniden bitti. Birkaç saniye daha geçince o ‘grogi olmuş boksör’ halimden kurtulmak için hızla kendime hakim olup, zaten kucaklamış olduğum çocuğumu bağrıma basıp dışarı çıktım.

Hep bir ağızdan “kurtulduk” diye bağırarak sarıldık birbirimize…

Ağlıyorduk…

    Yüzlerce bina çökmüş, binlerce insan ya ölmüştü ya da kaybolmuştu. İlk şok geçer geçmez herkes yakınlarını aramaya koşmuştu. Çok garip ama bina enkazlarının altından gelen yardım çığlıkları kurtulanlara sanki hayat boyunca duydukları doğal seslerdenmiş gibi geliyor, bu hicranı garipsemiyorlardı.

    Bizim akrabalarımız ise bu şehirde değildi. İş bulunca buraya göçmüştük çünkü. Komşularımıza yardım ettik bizde. Nedense kurtarma çalışması yaparken o sert soğuk hissedilmiyordu artık. Sanırım insan beyni böyle işliyor. Alt belleğimiz birkaç acı veya tehlikeye aynı anda maruz kalınca en büyük olanını hissediyor, diğerlerini erteliyordu.

    Ertesi gün yöreye ilk ulaşan ısı yalıtımlı yardım çadırlarından birini kapanlardan biri bendim. Öğleden sonra da askerlerin kurduğu seyyar mutfak kuyruğuna girip yiyeceklerimizi temin edecektik ki, bizim kamyonet şoförü Ali’yi gördüm. Ali çoluk çoğunu ilave masraf olmasın diye buraya getirmemişti. Kaldığı bekar evinin az da olsa hasar gördüğünü ama yıkılmadığını söyledi ve:

“Patronu gördün mü?” Diye sordu.

“Hayır, görmedim.”

“İşte orada, yemek sırasının önlerinde. Bak elinde hazır yemek tepsisi var.”

“ A evet. O sahiden de Adem Ağbi yahu. Ne işi var orada peki?”

“Senin hiçbir şeyden haberin yok galiba. Bizim dükkan gitti.”

“Nasıl yani, gitti ne demek?”

“Gitti işte. Üzerindeki sekiz katlı apartman çökünce dükkan da, içindeki mallarda ezildi gitti. Binanın enkazı kapıdaki Mercedes’i de yamyassı etmiş.”

“Vah vah. İyi bari kendi kurtulmuş.”

“Kendi kurtulmuş ama….”

“E ama ne? Sakın…”

“Evet, maalesef. Dün her şeyi vardı, ailesi, evi, işi, arabası, parası pulu, mülkü. Bugün elinde tepsi yemek kuyruğunda.Hiç bir şeyi kalmadı.”

“………”

Şoför Ali ekledi;

“Dostum: ‘Ne oldum demeyeceksin, ne olacağım diyeceksin’ diye boşuna söylememişler…”

Felaket…

bosorog tarafından yayımlandı

Emekli satışçı...

Yorum bırakın

WordPress.com ile böyle bir site tasarlayın
Başlayın